Gücün Karanlık Tarafı
Tarihin bize öğrettiği şey gücün çekici, büyüleyici aynı zamanda kaçınılmaz olarak yıpratıcı olmasıdır. Sözde “medeni” ülkeler, otokratik bir hükumet sistemi uygulamak istemezler. Bu nedenle tüm gücün tek elden üretebileceği kötülükten kaçınmak için güçlerini ayırmaya kararlıdırlar.
İster ebeveyn, ister veli veya ister biz uzman olsun, bir eğitimcinin karşılaştığı en zor görevlerden biri, hiyerarşi, liderlik ve otorite arasındaki farkı öğretmektir. Bu zor bir iştir çünkü yetişkinler bile eğitim çalışmalarında bazen diktatörlüğün sınırları içinde tehlikeli bir şekilde oynarlar. Aslında, kendi evimizi yöneten sistemine bir isim verecek olursak bunun adı demokrasi olmayabilir.
Güç altındaki aile
Çalışan bir baba, ev işlerinden sorumlu bir anne, 12 yaşında bir oğul ve 7 yaşındaki bir kızdan oluşan bir çekirdek aileyi hayal edin. İlk bakışta, organizasyon şeması basit olacaktır: ölçeğin en üstünde ebeveynler, ardından çocuklar, en büyüğü daha fazla hak ve sorumluluğa sahip olacaktır.
Karşılaştığımız ilk zorluk, üçgen şemadaki güç dağılımıdır. Genel olarak, bir kısmı ekonomik olarak ailenin yükünü sağlamakla görevliyken, diğer kısmı ise çocukların ve evin lojistiğini ve bakımını yönetmekle görevlidir; her ikisi de farklı görevleri yerine getirerek birbirini tamamlar.
Taraflardan biri katkılarını analiz edene kadar ve her bir tarafın çalışmasının önemini ölçene kadar her şey yolunda gidiyor gibi görünür. Bununla beraber eşit güçte küçük çatlaklar ortaya çıkar.
Taraflardan biri harcadığı zamana veya ekonomik olarak maaşından yaptığı harcamalara dayanarak kendi katkısının daha fazla olduğunu düşünecektir. Bu nedenle birinin katkısı diğerine göre daha fazla olacak, bu da güç dengesizliği yaratacak ve aile içinde daha fazla güç talep etme hakkına sahip olacaktır.
Bu alışılmış bir diktatörlük modelidir. Baba çalışan bir kişidir. Ekonomik gücünü karısını daha alt seviyede görerek, kendi kararlarını “ailenin reisinin” kararları şeklinde empoze etmeye çalışacak, ailede diktatörlük yaratmak için kullanacaktır.
Kardeşler söz konusu olduğunda ise genellikle farklılıklar vardır. Bazıları daha büyük oldukları için kız kardeşlerine hakim olduklarını düşünürken, küçük olanlar ise ebeveynlerine en çok kendilerinin bağlı olduğunu düşünür. Bu da sürekli çatışmalara neden olur.
Gücü deneyleme
1971’de Stanford Üniversitesinde güce dayalı kişisel ilişkiler üzerine bir dönüm noktası olan deney yapıldı.
Deney, bir hapishanede hapsedilen kişilerin, haysiyetlerini ve kendi kimliklerini bir kenara bırakarak mahkum rolünü üstlenme hızlarını göstermekten ibaretti.
Bunun için üniversitenin bodrum katlarında 12 öğrencinin mahkum, 12 öğrencinin de gardiyan rolünü oynayacağı geçici bir hapishane oluşturuldu.
Gardiyan rolünü üstlenen öğrencilerin cevabı daha sonra çalışmanın dikkatini çekti, çünkü öğrenciler artık gardiyan olmak değil, tacizci, baskıcı, cezalandırıcı, aşağılayıcı ve işkenceci rolünü üstlenmek istiyordu.
Deneyin ikinci gününde, suçlu olduğu iddia edilen kişilere yapılan muamele isyana neden oldu. Bu isyan, hapishane rolünü oynayan öğrenciler tarafından ağır bir elle bastırıldı. En şaşırtıcı olan, hapishanenin nasıl yönetileceğine dair herhangi bir talimat almamış olmalarıydı; onlar sadece yapmaları gerektiğine inandıkları şeyi içlerinden çıkardılar.
En temel ahlaki ve etik değerlerin nasıl ihlal edildiğini doğrulayan ve uyaran Stanford hapishane deneyi yaratıcısı psikolog Philip Zimbardo tarafından altıncı gününde, çalışmaya dışarıdan bir gözlemci olarak katılan kişinin baskısı karşısında askıya alındı.
Bu, insan doğasının en kötü tarafını ortaya çıkaran ilk deney değildi.
Psikolog Stanley Milgram 1963’te Yale Üniversitesinde, otoritenin birey üzerinde uyguladığı gücü ölçmeye çalışan Milgram Deneyini gerçekleştirdi; bu deneyde, deneğe ardı ardına yoğun elektrik şoklar uygulandı.
Yine, şaşırtıcı sonuçlar alındı çünkü %62 maksimum elektro şok uygulanmaya başladı. Stanford deneyinde olduğu gibi sadece birkaçı verilen emirler karşısında kendi insani değerlerini koymayı başardı.
Yedinci sanatta gücün iki örneği
Ölüm ve Bakire (Roman Polanski, 1994) filminde bir adam, bir uçurumun tepesinden diktatör rejimi altında tutukluyken birkaç kadına tecavüz ettiğini itiraf ediyor:
“İlk başta iyiydim. Güçlüydüm. Çok savaştım. Kimse benim gibi savaşmamıştır. Düşen en son kişi ise ben oldum… ölümü en son tadan… Diğerleri beni neşelendiriyordu. Hadi doktor, bedava taze eti geri çevirmemelisin! Artık net düşünemiyordum. Ve içimden… Ondan hoşlanmaya başladığımı hissettim.”
Ben Kingsley’nin oynadığı karakter, bu korkunç sahnede gücün onu nasıl tükettiğini itiraf eder, en insani tarafını unutur ve onu asla gideceğini düşünmediği yere götürür.
8 Milimetre (Joel Schumacher, 1999) filminde, yeni ölmüş adamın kasasında, genç bir kadının parçalanarak öldürüldüğünü gösteren bir film bobini bulunmuştur. Bu snuff (erkek, ya da kadının gerçekten zevk için işkenceye, tecavüze uğradığı ve öldürüldüğü porno film türü) filmde bir dedektifle anlaşılmıştır. Bir sahnede, ana karakter (Nicolas Cage) filmden sorumlu olanlardan birine sorar:
P: Neden snuff film tarzından bir film istediğini anlamaya çalışıyorum.
R: Çünkü yapabiliyordu. Bunu yaptı çünkü elinden gelen bir işti. Başka nasıl bir motivasyonu olmalıydı ki?
Bütün bunlar insan doğasının kökeni hakkında şüpheler uyandırabilir. Yasal sonuçlarından korktuğumuz için yasalara uyuyoruz değil mi? Toplumun bir parçası olmak için de sosyal normları tam olarak kabul etmiyor muyuz? Etrafımızdakiler üzerinde tam gücümüz olsaydı, etik değerlerimize saygı duyar mıydık?
Deneyler, kararlı bir şekilde insanoğlunun en karanlık tarafını gözler önüne sermiş, defalarca karşımıza çıkarmıştır.
Bu metin yalnızca bilgilendirme amaçlı sunulmuştur ve bir profesyonelle görüşmeyi yerine geçmez. Şüpheleriniz varsa, uzmanınıza danışın.