Yalnızlık Ruhuma İyi Geliyor
Kimselerin bana bakmadığı zamanlar, ruhuma iyi geliyor. Oyun oynayan, nedensiz yere gülen ya da durduk yere ağlayan bir çocuk olabilirim böyle zamanlarda. Burada, yetişkinlerin iğneleyici bakışları kimseyi yargılayamaz. Yalnız olduğumda, küçük mutluluklardan muazzam zevk alıyorum, hiçbir şey yapmadan, her şeyi hayal ediyorum. Çırılçıplak dolaşıyorum evde kimi zaman, kimi zamanda, kendimi köpüklü banyolara boğuyorum. Kendimi, kederlerimden ve endişelerimden arındırıyorum.
En saf ve samimi anlarımızı yaşadığımız kadarki durumlar kadar çok az şeye ihtiyaç duymayız. Bazen muazzam, bazen hoş, ama her şeyden önce hayati olan samimiyet duygusunu yaşamak paha biçilmezdir. Çünkü kimse size bakmazken, zihnimiz ve ruhumuz rahatlar ve bir çok derdimizden kurtuluruz. Bir fincan kahve içmek, güzel kıyafetler giymek, bakışlarımızı batan güne çevirmek ya da bir kitap okumak gibi sen derece basit eylemlerden büyük zevk alırız.
Kimsenin beni görmediği o küçük anların samimiyetine bayılıyorum. Birdenbire aklım süt liman kesilir ve kalbim rahata kavuşur. Bu aynı, işten eve döndüğünüzde, ayaklarınızı çıkarıp, stres dolu tüm kıyafetlerinizden kurtulup, dertsiz tasasız kanepeye uzanmaya benzer.
İnsanlar, günlerinin önemli bir bölümünü, davranışlarını düzenleyen sonsuz sayıda kurala tabi tutularak geçirir. Belki de bu yüzden, bizden herhangi bir şey beklenmediği zamanlarda, o özel alanlara sahip olmak bizim için büyük duygu boşalmalarına temel hazırlar. Burada, belirli durumlara karşı nasıl davranılacağı veya hangi gün hangi kıyafetin giyileceği ya da nasıl yaşamamıza dair herhangi bir kural ve kaide yoktur.
İlginç olduğu kadar karmaşık bir konu da olduğu için, gelin aşağıda daha detaylı bir şekilde konuşalım.
Kimse bize bakmazken “her şeye göğüs gerebiliriz”
Fiziksel ve psikolojik olarak uyum sağlamamız gereken bir toplumsal çevrede zorla, sıkış tıkış bir hayat yaşamak zorunda kaldık. Hayatımızın çoğunu, bizden beklenen işleri yerine getirmek için bir koşturmaca halinde yaşadığımız farklı ortamlar arasında harcıyoruz. Bizden beklenen iyi bir çocuk, çalışkan bir öğrenci, verimli bir çalışan, mükemmel bir baba ya da anne ve ideal bir arkadaş olmamızdır genellikle.
Yalnız kaldığım zamanlarda, hiç kimse bana dikkat etmiyorken, kıskançlık duygusu ortadan kalkar. Ruhumu kucaklarken geriye kalan ise, kendimle gurur duymam ve hayatın her zamanki dertleri ve tasalarıdır.
Şimdi, çoğumuzun bu ‘beklenen rolü’ hayata geçirmek için her gün canla başla mücadele ettikleri açıktır. Ancak, hem içimizden hem de dışarıdan gelen baskı, bizde “küçük psikolojik nasırlar” oluşturmaktadır. Bu nasırlar, bizlere uygulanan baskının bir sonucu olarak, hayat boyu mücadele sonucu yıpranma ve hatta yorgunluk yüzünden meydana gelir.
Hayatlarımızda mükemmelliğe ulaşmak için mücadele etmek çok da kötü bir şey değildir. Aynı zamanda, sevmenin ve sevilmenin yaydığı hoş mutluluk duygusunu da inkar etmiyoruz. Dostlarımızla geçirdiğimiz mutlu mesut anların güzelliğini kim göz ardı edebilir ki? Ama hepimiz, “psikolojik ve duygusal baskı” alanlarımızı hafifletmek için nihayet kendimizi bir bütün olarak kabul edeceğimiz, kimsenin bizi göremeyeceği kendi cennetimizi arar da dururuz, bunu da unutmamak gerekir.
Kuzey Carolina Üniversitesinde (ABD) görevli nörolog Mark Leary tarafından gerçekleştirilen bir araştırmaya göre, insanların maruz kaldığı en yaygın baskılardan biri “meta-algı” olarak adlandırılır. Yani, başkalarının bizi nasıl gördüğüne dair sahip olduğumuz algılarımız.
Birçoğu için bu durum, daha önce bahsedilen samimiyet anlarının en büyük mutluluk anlamını kazanmalarının önündeki bir çeşit sosyal engeldir. Çünkü “sürekli yargılanma” tehdidi hissi en sonunda işleme kapatılır. Öte yandan, başkaları için ise bu husus bir sorun bile değildir. Çünkü, çevrelerinden aldıkları tüm işaretleri sağlıklı bir benlik fikri ve sağlam bir öz saygı ile elde ederler.
Herhangi bir şeyden ya da kimseden sığınmaya, korunmaya ihtiyaçları yoktur, ama öyle bile olsa, kimsenin onları göremediği, tek başlarına kaldıkları anlar ile gayet mutlu mesut yaşarlar.
Kendine samimi olmanın ve rutin işlerin keyfi
Tatlı pişirirken dibimizden ayrılmayan köpeğimize neden çikolata veremeyeceğimizi, o sadık dostumuza bir milyonuncu kez açıklamak. Saç baş dağınık bir halde, birbirinin eşi olmayan çoraplar ile don atlet evde dans etmek. Tırnaklarına oje sürmek, bilgisayarda oyun oynamak, erotik romanlar okumak, pencereden yağan yağmuru seyrederken buğulanan cama isminin baş harflerini yazmak.
Şimdi biz bunları niye yazdık? Çok önemliler de ondan yazdık. Çünkü kimsenin bizi göremediği zamanlarda ne yaptığımız kimseyi ilgilendirmez. Küçük birer çocukken, yetişkinlerin dünyasından kaçıp, kendimize çok uzaklarda bir cennet kurmak için saklandığımız o merdiven altı dolabı gibi mesela. Zihinlerimiz, tıpkı çocukluğumuzdaki korkular gibi, birer yetişkin endişe silsilesi ile yıpranmış durumda. Kendimizle bir bağ kurabileceğimiz o özel yeri yeniden keşfetmek için çok uzun zaman beklemek zorunda kaldık.
Ünlü psikolog ve “Akış: Bir Mutluluk Psikolojisi” gibi kitapların yazarı Mihaly Csikszentmihalvi’ye göre bu anlar, kişisel ve duygusal refahımızın tartışmasız birer parçasıdır. Bu nedenle bunlar bir zorunluluktur.
Olumsuz düşünce, stres ya da günlük endişelerden ötürü üzerimizdeki o “ölü toprağını” atmayı sağlayan ve bizi şu içinde bulunduğumuz ana ve vicdanımıza bağlamaya davet eden herhangi bir davranış, her zaman için kendi mutluluğunuza yapılan bir yatırımdır.
Çünkü akıntıya kapılıp gitmek, kendinizi hayatın o hoşunuza giden melodisine bırakıp gitmek demektir. Kendinizi bulma macerasını rafa kaldırmadan, hiçbir acele veya baskı olmadan özgürce yaşamaktır. Sizi kimsenin göremediği zamanlardaki yalnızlığın değeri paha biçilmezdir. Burada, insan dinlenip anın tadını tüm içtenliği ile çıkarabilir. Hadi bugün bunu yapmaya başlayın.
Bu metin yalnızca bilgilendirme amaçlı sunulmuştur ve bir profesyonelle görüşmeyi yerine geçmez. Şüpheleriniz varsa, uzmanınıza danışın.