Transgenerasyonel Travma Nedir?
Yazan ve doğrulayan psikolog Sergio De Dios González
Transgenerasyonel travma duygusal, fiziksel ya da sosyal acıların sonraki nesillere aktarılmasıdır. Öğrenilmiş davranıştan çok daha derin ilerler. Epigenetikten söz ediyoruz. Bu da çevresel etkilerin belirli genlerin ifade edilişini nasıl değiştirdiği ile ilgilidir.
Bu yeni değil. Aslında transgenerasyonel travma ya da kuşaklar arası çatışma konsepti İkinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkmıştır. O tarihten bu yana çeşitli çalışmalar soykırımdan sonra hayatta kalan çocukların ve torunların belirli travma belirtileri gösterdiklerini kanıtladı. Kabuslar ile duygusal ve davranışsal sorunlar anne babaların ya da büyükanne ve babaların asıl travmasından etkilendiklerini gösteriyor.
“Zihin, iç büyüme, çevrenin etkisi ve eğitim yoluyla tıpkı bir vücut gibi gelişir. Gelişimi fiziksel rahatsızlıklar veya travma nedeniyle engellenebilir.”
– Umberto Eco
Tüm bunlar çocuk yetiştirme tarzı ve eğitimle belirlenir. Aile dinamiklerini çevreleyen bilinçli ya da bilinçaltı bellek ve anlatı da bir rol oynamaktadır. Yani geçmiş, kendisini farklı şekillerde sunmaya devam eder.
Yine de bunun daha geniş etkileri olabilir. Hatta daha önce de söz ettiğimiz gibi genetik boyutta yansımaları olabilir.
Örneğin yetersiz beslenmenin sonuçlarını bir düşünün. Kortizol düzeylerinin yükselmesinden dolayı korku ve acı çekmenin genetik etkisini de düşünelim. Birkaç yıl boyunca sürmesi halinde, bu yüksek seviyeler vücuda zarar verebilir.
Yönetilmeyen veya bastırılan travma neredeyse her zaman kronik stres veya travma sonrası depresyonla sonuçlanır.
Asıl travmayı yaşayan kişinin sonraki nesilleri benzer bozukluklar yaşamak zorunda değil. Ancak onlar da anksiyete, stres ve depresyonun diğerlerine nazaran daha ağır türlerini yaşar. Gelin bu konuya biraz daha yakından bakalım…
Transgenerasyonel travmaya bir örnek
Andrea bir akrabası tarafından çocukluğunda ve ergenliğinde uzun yıllar boyunca istismar edildi. Yapısız bir çevrede büyüdü. Annesinden de iyi muamele görmedi.
18 yaşına gelip de evi terk edebildiğinde travmasını yok etmek için psikolojik yardım almayı reddetti. Sadece her şeyi unutup hayatının o bölümünü mümkün olduğunca çabuk kapamak istiyordu.
Bu deneyimin onda bıraktığı yara hayatında hala iz taşıyor. Anksiyete, yeme bozuklukları, özgüvensizlik, dikkat artışı, depresyon ve insomnia gibi birçok sorun yaşadı. Bütün bunlara ilaveten bağışıklık sistemi zayıfladı ve bu da onu hastalıklara daha açık hale getirip alerji, soğuk algınlığı gibi hastalıklar karşısında güçsüz bıraktı.
Andrea’nın şimdi 7 yaşında bir oğlu var. Oğlu onun bütün dünyası. Oğlu sayesinde kendisine bakabilecek, istikrarını koruyabilecek ve ayakta kalabilecek gücü buldu. Yine de oğlunu büyütmek onun için her geçen gün daha da zorlaşıyor.
Oğlu iyi uyuyamıyor, dikkat sorunları yaşıyor, devamlı sorun çıkarıyor ve asi davranıyor. Okul ne zaman arasa Andrea sanki oğlunu yetiştiremeyen bir anne olarak eleştirildiğini hissediyor. Kesinlikle “bir şeyleri yanlış yaptığını” hissediyor.
Tedavi edilmeyen travma ve genler üzerindeki etkisi
Andrea’nın yapması gereken en son şey kendi anneliğini sorgulamak olacaktır. Peter Loewenberg bir psikotarihçi ve Kaliforniya Üniversitesinde görevli.
Kendisi transgenerasyonel travma hakkında en ileri görüşlü uzmanlardan biri. Tedavi edilmeyen keder ve travmanın sonraki nesilleri farklı şekillerde etkilediğini açıklıyor.
- Örneğin hamilelik süresince kandaki kortizol miktarının artışı fetüsün gelişimini etkiliyor. Psikobiyolog BeaVan Den Bergh bu süreçte yüksek stres ve anksiyetenin fetüsteki bazı biyolojik sistemleri etkilediğini gözlemledi. Bu da bebeğin çeşitli hastalıklara ve duygusal bozukluklara açık hale gelmesine neden olur.
- Diğer yandan Peter Loewenberg’in de açıkladığı gibi yönetilmeyen travma ve giderilmeyen keder bir çeşit sinirsel kısa devreye neden oluyor. Bu gerçekten de DNA’mızı bilinçsizce orijinal travma ile bir tür kolektif ve bilinç dışı dayanışmayla yakalayacak şekilde değiştiriyor.
Epigenetik ve transgenerasyonel travma
Hepimiz biyoloji dersinde genlerimizi anne ve babalarımızdan aldığımızı öğrendik. Bu genlerin bizim fiziksel özelliklerimizi, zekamızı (belirli bir ölçüye kadar) ve hatta bazı hastalıklara genetik olarak yakalanma ihtimalimizi belirlediğini öğrendik.
Ancak travmanın bir ailenin soyuna yayıldığını kabul etmek o kadar kolay değil.
Epigenetik, bu fenomeni açıklamak için daha fazla uygun genetikten belirgin niteliksel bir sıçrama yaptı. Başta yaşam biçimimiz olmak üzere yaşadığımız çevre, beslenme biçimi ve hatta travmatik olaylar torunlarımızda genetik değişiklikler yaratabilir.
Bu, “epigenom” adı verilen küçük bir kimyasal “etiket” ile açıklanmaktadır. Bu son derece küçük unsurun yaptığı şey büyüleyici. Yukarıdaki değişkenlere bağlı olarak bazı gen ifadelerini değiştirir.
Mount Sinai Hastanesinden çeşitli bilim insanları soykırımdan kurtulmuş kişilerdeki travma sonrası stresin kişinin gen ifadesini değiştirebilen epigenomu harekete geçirdiğini ortaya çıkardı. Soykırımdan kurtulanlar bu travmanın etkilerini sonraki nesillere farklı yollardan aktarmıştır.
Ancak trangenerasyonel travma, anne babalarımızın ya da büyükanne ve büyük babalarımızın yaşadıkları acıların kişiliğimiz üzerinde %100 etkiye sahip olduğu anlamına gelmiyor. Sadece depresyon, anksiyete, uyku bozuklukları, duygusal sorunlar ve hiperaktivite gibi durumlara daha fazla maruz kalma riskimiz olduğu anlamına geliyor.
Andrea’nın yapması gereken şey ise geçmiş travmasını atlatabilmek için doğru yolları bulmak. Bu süreçten kazanacağı güç kendisi ve oğlu için en iyisi olmasını sağlayacak. Böylece oğluna ihtiyaçlarını verebilir ve davranışları konusunda ona yardımcı olabilir. Oğlunu mutlu, güçlü ve duygusal anlamda olgun olarak yetiştirebilir.
Bu metin yalnızca bilgilendirme amaçlı sunulmuştur ve bir profesyonelle görüşmeyi yerine geçmez. Şüpheleriniz varsa, uzmanınıza danışın.